Pınar Mavi
Kırmızı Balonlarımız
‘Işık saçmak için önce yanmak gerekir.’ Mevlana
İçimizdeki karanlık, ışık tutmadığımız ya da orada olduğunu bilmediğimiz için istesek de ışık tutamayacağımız yerler/odalardır aslında. Ama hiç öyle düşünmek istemeyiz. İçimizdeki karanlık kötüdür işte, der çıkarız işin içinden. Konuşulmaz hiç. Kolay değildir çünkü. Hem de hiç.
Ola ki yanlışlıkla karanlık odalardan birine yaklaşsak, ellerimiz terler hemen, ya da nefesimiz sıklaşır, yüzümüz terden sırılsıklam olur, gözlerimiz kararır, orada yığılıp kalmak ister içimizde bir şey. Bazen bırakıveririz kendimizi, bazen elimizi bir duvara veririz. Bazen gözümüzden yaş süzülür gizlice, nefesimiz hızlanır, ama göstermek istemeyiz kimseye. Hızlıca güvenli bir yere gitmeye çalışırız. Ama o güvenli yer de yok olur bazen. Bakarsınız evinizde hep oturduğunuz koltuğunuzda ayaklarınızı uzatmış televizyon izlerken bir anda gözleriniz yaşlanmış, boğazınıza büyük bir acı oturmuş...
İşte bir şey tetiklemiştir sizi, ama ne? Düşünüp durursunuz ama sonra daha büyük bir soru gelir aklınıza:
‘Ama benim içimde neyi tetikledi peki?’
Belki yapayalnız geçen çocukluğunuzu, belki de kalabalık içinde hiçbir sözünüzün duyulmadığı sahneleri hatırlayıp durursunuz. Sanki o koskoca çocukluğunuzda elle tutulur üç beş anı dışında hep kendi yaralarınızı kendinizin sardığınızı hatırlarsınız. Ya da en ihtiyacınız olduğunda yanınızda bir büyük olmamıştır belki, o tehlikeyle yapayalnız kendi yolunuzla yüzleşmeniz gerekmiştir. Belki de yanınızdaki büyüktür asıl problem ama hep alttan alanın siz olması gerekmiştir. Siz büyük, o çocuk olmuştur. Mecburen hayatın size sunduğu neyse, onun içinde geçmiştir zamanınız. Bağırmak aklınıza gelmemiştir. Sessizken kimse sormamıştır ki nedenini, bağırsanız kim duyar zaten diye düşünmüşsünüzdür çocuk aklınızla. İşte o karanlık yerler tek tek böyle oluşmuştur içimizde. Hayatın bize sunduklarından değil de, sunduğu şeylerle o çocuk halimizle tek başımıza yüzleşmiş olmamızdan karanlık odalar yaratmışızdır belki.
Sonra işte televizyon izlerken, hem de en sevdiğiniz dizinin, hiç de sizinle ilgisi olmayan bir anında gözleriniz yanar. Yıllardır karanlıkta kalan bir yanınız ışıkla tanışmıştır çünkü, yavaş yavaş. Kamaşır gözleriniz, sonra ışığın girdiği yer tam da kalbinizin yakınıdaki o yeri acıtır. Kolay mı bir anda açığa çıkma baskısı. Baskının altında eziliriz, çok ama çok acıtır. Öfkeleniriz. Bu yaşta durup dururken ne acısı. Oturduğumuz yerde neden bir anda üzerimize karabasan gibi çökmüştür ki... Ödümüz kopar, ne acısından, ne üzüntüsünden, ne de üzerimizde yarattığı baskıdan hoşlanırız. Gider yüzümüzü yıkarız, bir bardak kola koyarız, bir sigara yakarız, bir parça çikolata atarız ağzımıza, ya da bir dilim baklava, veya bir kadeh şarap, sonra bir tane daha, bir tane daha, bir tane daha... Oysa ki daha yeni bırakmışızdır, kaç kere konuşmuşuzdur kendimizle. Bir daha yapmayacaksın, bak hiç iyi gelmiyor, ertesi gün pişman oluyorsun diye. Akşam beşten sonra yok diye kural koymuşuzdur bırakamadıysak da... Ama olmaz işte, bir şişe kola bitmiştir, ya da şarap, ya da bir paket çikolata, baklava, sigara, cips...
Ama en azından o karanlıktaki nokta tekrar gömülmüştür derinliğe. Ertesi gün, vücudumuza verdiğimiz zarar yüzünden duyacağımız vicdan azabı, kendi zayıflığımıza karşı duyacağımız öfke alır o acının yerini. Oh bee, kalbimizdeki acıyı unuturuz. Herşey o karanlığa ışık tutmaktan iyidir. Kendimizi o acıdan korumak için elimizden geleni yaparız.
Bir odadan bir odaya, labirenttir içimiz, çünkü çocuk aklımızla döşemişizdir. Ondan kayboluruz bazen hayatta. Öyle zaman sırasında koyarak, haritayı takip ederek bulacağımız çizgisel bir yer değildir ruhumuzun içi. Artık yürümeyi düşe kalka da olsa becermiş olan bir çocuğu izleseniz anlarsınız. Keşif uğruna düz çizgiden nasıl ayrıldığını. İşte düşünün ki ruhumuz da böyle yollarla döşenmiş.
İlk önce parkın ucundaki o kırmızı balona koşmaya başlar, ama yolda bir güvercin sürüsü konar sağ tarafına, balonu unutur çocuk, güvercinlere yönelir, sonra arkasındaki kediye. Kafasını çevirir hatırlar kırmızı balonu. Tekrar ona doğru koşmaya başlar bu sefer.
Diyelim çocuk ulaştı o kırmızı balona, o kadar sevindi ki, sarıldı balona ama olur ya işte patlayıverdi balon, korktu çocuk, dondu kaldı. Babası o anda endişeyle çocuğunun arkasından koşarken bir kadına çarpmış, azarı da yemiştir belki. Zaten korkudan ödü kopmuş olan çocuğa bir de babası kızınca, çocuğun tüm dünyası yıkılır. Zaten tüm dünyası o balon, babası ve yaşadığı çaresizlik ve korkudur o anda. Ne yapsın kendini korumak için çocuk aklıyla der ki artık kırmızı balon yok artık.
Büyük tehlike! Alır o balonu içindeki 3 oda bir salon evin en karanlık odasına kilitler. Başına bir de gardiyan diker, olur da yanlışlıkla yine kırmızı balona koşacak olursa, onu engellesin diye.
Halbuki asıl konu o andaki çaresizlik ve korku hisleriyle yok olacağını sanmasıdır belki de çocuğun. Ama işte yok olmak var ya işin ucunda. Hep o kırmızı balon yüzünden, oraya koşmasaydım hiç, babam da kızmazdı bana. Hep o kırmızı balon...

Ama işte birgün hayat bize öyle bir kayıp sunar ki mecbur yollar açılır o odalara. Bazen bu menopoz olur, bazen tutmayan tüp bebek tedavisi bazen de sevdiğimiz birini kaybetmek... Elimizden hiçbir şey gelmez, geri dönüşü yoktur. Canımız yanar, kırmızı balon gibi birtek bizim bileceğimiz, herkesten saklayabileceğimiz bir konu da değildir bu sefer. Odaya kapatıp da anahtarını atamayız. Hayatımızda çok yere dokunur. Dokundukça canımız yanar, kalbimiz sızlar, çaresizlikten elimiz kolumuz bağlanır. Kendimizi o mühürlediğimiz kapının önünde buluruz. Derdimizi anlatamayız, konuşacak kimse yoktur, anlatsak da sözleri merhem olmaz bize. Kapıya diktiğimiz gardiyan da kendini tekrar eder durur, elimizden tutamaz.
O zaman öfkeleniriz işte. Öfkemizi yöneltecek yer ararız. Tam da babamızın yaptığı gibi... O doktor, düzgün yapmadı işini. O hemşire yalan yanlış bilgi verdi deriz. ‘Hep kömür kokardı kışları, o duman zehirledi! Onun yüzünden oldu!’ deriz. Hiç biri kesmez öfkemizi, başka suçlu ararız. Genlerimize baktırırız, belki doğuştandı, annemizi suçlar bir doktor 'bazen de kalıtsaldır' der. Ama döner dolaşır o öfke kendimize yönelir. ‘O sigarayı içerken iyiydi’ der, ‘neden vaktinde o kadar şarap içtin’... Sonra başka sesler katılır, ‘bu kadar geçe bırakırsan olacağı o, sen zaten hiç anne olmak istemedin ki.’ Sonra etrafımızdakilerin de sesleri eklenir, ‘yani sen zaten çok mu istemiştin ki anne olmayı, ben hiç öyle bir hissiyat almadım senden. Ben mesela der, çok istemiştim. İstesen sen de kadın olarak yapardın vaktinde.’ der de der işte. Ama hiç biri sizin kendinize söyledikleriniz kadar acıtmaz canınızı.
Sonra uykusuz geceler başlar, kan ter içinde uykuyla verilen kavgalar. Menopoz yüzünden bu uykusuzluk... Beni terk edip gidenler yüzünden... Sonra o öfkeyle açar koca bir paket baklavayı yeriz. Haftaya bir daha sonra bir daha... Bir bakarız ki kotlarımız artık üzerimize olmuyor. Menopoz işte deriz, hep onun yüzünden kilo aldım.
Menopoz artık, o kırmızı balon olmuştur, hormonlar, tüp bebek tedavileri, aktarlardan aldığımız doğal ot karışımları da gardiyan.
Sonra birgün hiç beklemezken hem de, gözlerimiz öyle yanar ki yaşlar aktıkça akar. Durdurmak bile istemeyiz, zaten durduracak gücümüz de kalmamıştır. Yılların karanlığı gözyaşı olur akar. Aktıkça hafifleriz. Sanki o gardiyan diktiğimiz odaya kendimiz girmişizdir. Tüm çaresizlik hissini görürüz önce. Biz gördükçe çaresizlik küçülür. Arkasında sanki yok olup gidecekmişiz gibi hissettiğimiz korku bedene gelir. Ah o korkuyla kalmak ne kadar zordur... Gözünün içine bakmak... Yok olup gidecekmiş hissi... Bir anda, hiç beklemezken... Çaresizlikle ağlarız. Ağladıkça ışık girer o odaya, sanki yer açılmıştır. Korku alır çantasını çıkar odadan. Kendimizi görürüz o köşede sıkışmış. Şefkat belirir içimizde. Bize de yazık değil midir ama? Hayat sonuçta hala bizi içinde tutmamış mıdır her şeye rağmen? İçimize bir umut dolar, belki başka türlüsü de mümkün deriz. Elimizi uzatırız, hayata doğru. Yıllardır hapsolduğumuz oda artık görevini doldurmuştur. Alır kendimizi çıkar gideriz. İçimizden bir karanlık eksilmiştir işte. Kırmızı balon da suçlu değildir artık, biliriz. Suçlu yoktur zaten. Hayat işte akıp gitmektedir. Biz neresinde durursak duralım...
Küçücük bir çocuk gibi sonunda hayatın elini tutar gideriz. O zaman bir olgunluk gelir insana. Menopoz, ölüm, kayıp aslında yalnızca kelimelerdir. Sözlükler anlam yüklerler kelimelere ama ya kendimizin yükledikleri anlamlar?
Evden çıkarız bir çocuk geçer önümüzden, güvercinlere doğru koşar çocuk, biz gülümseriz... Hayat hep akar çünkü...