top of page
  • Writer's picturePınar Mavi

Unutmayan Kadın

Aylin sükûnet veren, derin ela gözlerle kadına baktı. Gaz lambası tekleseydi tüm odayı aydınlatabilecek kadar parlak bir ışık belirdi gözlerinde.



Ebe Aylin’in Bilge Kadın olduğu gece, bulutsuz ve soğuk gökyüzünde dolunay parlıyordu.

Kapıda yankılanan iki güçlü vuruş, Aylin’i sıcak yatağından çıkardı. Köy evinin küçük pencerelerinin iç kısmını buz tutmuştu. Köyün en uzak ucundan gelen kaygılı bir koca kapının dışında titriyordu.

“İlk iki evladımız ölü doğdu. Karım senin en maharetli ebe olduğunu duymuş. Sen gelene kadar kimseyi dokundurtmuyor kendine.”

Aylin bir söz etmedi ama traktörüne doğru adamı takip etti. Yarım saatlik yolculuk boyunca soğuktan yüzleri acımış, ayaz nefes almalarını zorlaştırmıştı. Eve vardıklarında, merak içindeki kadınlar odayı kanaatleriyle doldurmuştu – kendi aralarında 60 çocuk doğurtmuşlardı—ama doğum yapan kadın hepsine direniyordu. Aylin odanın dışında ayakkabılarını çıkardı. Kadınlar karşılarında böylesine iri bir kadını gördüklerine şaşırdılar. Kadınlardan birinin gözü Aylin’in çarıklarına takılmıştı; kendi kocasınınkilerden büyüktü. Kadınlardan bazıları daha şimdiden bebeğin yasını tutuyorlardı; çok fazla kanama vardı ve geri kalanlar da zavallı kadına ıkınmaya başlaması için bağırıyorlardı. Aylin geniş elini kaldırdı ve “Herkese söylüyorum, yeter!” dedi. “Bebeğin kafası çıkmak üzere. Bu kadına hürmet etmeyecekseniz odayı terk edin.” Kadınlar Aylin’in kuvvetini hissettiler, sessizlik içinde sobanın yanındaki köşeye sıkışıp Aylin’in maharetli ellerinin bebeği yavaş yavaş dünyaya getirişini izlediler.


Bebek nefes almıyordu. Bir oyuncak bebek gibi hareketsiz yatıyor, dudakları maviye çalıyordu. Annesi yüksek sesle ağlıyor, üçüncü bir ölüdoğan ihtimali karşısında çaresizliğin korkunç ıstırabını çekiyordu. Lanetlenmiş olduğuna inanıyordu, umudunu kaybetmişti.


Aylin sükûnet veren, derin ela gözlerle kadına baktı. Gaz lambası tekleseydi tüm odayı aydınlatabilecek kadar parlak bir ışık belirdi gözlerinde. Anne adayı Aylin’in gözlerindeki ışığı fark etti ve ağlamayı bıraktı, odaya bir sükûnet yayıldı. Aylin elini bebeğin göğsüne koydu, sanki bebek ince camdan yapılmışçasına nazik davrandı. Eli bebeğin hâlâ sıcak olan küçük bedenini sarmaladı. Öteki eliyle annenin çıplak ayağını tuttu, bir yandan dudaklarını oynatırken gözlerini kapadı. Gözleri kapalıyken oda gitgide karardı ve zaman durdu. Kadınlar kümesi nefeslerini tuttu ve gözlerini kırpmadan önlerindeki sahneyi izledi.


Aylin bebeğin kulağına fısıldadı. Kaba saba, geniş eli bebeğin alnını örtüyordu. Küçücük yüzünün üstünde nazikçe duruyordu. Elini oynattığı anda bir mucize gerçekleşti: Bebek ağlamaya başladı. Odada bulunan kadınlardan hiçbiri az önce tanık olduklarına inanamadı ve gördüklerinin gerçek olduğundan emin olabilmek için birbirlerine baktı.

Oğlanın annesi Aylin’in ellerini tuttu; hürmet ve minnetinin bir ifadesi olarak dudaklarına ve alnına götürdü. Aylin bebeği annesinin kollarına bıraktı. “Şimdi dinlen. Oğlunla ilgilen. Tembel olmasına izin verme.” Kadınlar Aylin’e bebeğin kulağına ne fısıldadığını sordular. “Bu bebekle Allah arasındadır. Söylemek bana düşmez.” diye cevapladı Aylin.

Kadınlar gözlerinde yaşlarla bir türküye başladı:


Kenardan geçeyim yol sizin olsun,

Ağular içeyim bal sizin olsun,

Gel gel aslan Mustafam,

Haydi gel gel garip başlı yarim, gel.


Dışarıda bekleyen erkekler de onlara katıldı ve kutlamak için bir oyun havasına başladılar; ayaklarını vurabildikleri kadar güçlü yere vurup köyü yerinden oynattılar. O akşam hepsinin hafızasına kazındı ve Aylin’in hikâyesi odadaki kadınlardan etraftaki köylerin kadınlarına, dışarıda bekleyen erkeklerden diğer köylerdeki erkeklere yayıldı. Bilge Kadın böylece doğdu.


Bir zamanlar, Aylin, Ali adında yakışıklı, iyi kalpli bir gence aşık olan genç bir kadındı. Birlikte yedi güzel çocukları oldu. Ali aniden öldüğünde yalnızca 41 yaşındaydı ve en küçükleri Leyla daha yeni yürümeye başlamıştı. Aylin yalnız kalmıştı.


Üç erkek kardeşi de dahil olmak üzere birçok kişi tekrar evlenmesi için onu ikna etmeye çalıştı, fakat Aylin tüm kalbiyle, ölümünde dahi kocasına sadıktı. Güçlü, güzel ve emin Alisini unutmak istememişti. Birlikte savaşlar atlatmış, bir ev kurmuş ve aile olmuşlardı; bu aileyi Ali’nin de arzulayacağı gibi büyütmek, beslemek ve eğitimini sağlamak için kararlıydı.

Aylin uzun bir süre Bilge Kadın olarak yaşamaya devam etti. Ta ki oğulları evlenip de uzak bir köye taşınana, Aylin’in evini, genç ve güzel Leyla ile birlikte erkeksiz bırakana dek. İnsanlar onun o büyülü Bilge Kadın olduğunu unuttular. Çocuklarını bir başına yetiştirdiğini unuttular. Köylülere, ne zaman yardıma ihtiyaçları olsa yardım eden muteber Ali’nin karısı olduğunu unuttular. Doğduklarında onların en masum hâllerini, annelerinden dahi önce gören ilk insan olduğunu unuttular. Unuttular. Ve Aylin genç ve güzel bir kız olan Leyla’nın dul anası oluverdi.


En çok da erkekler unuttu. Nasıl hatırlasınlardı ki? Geçmişleri, kalplerinde ışıksız derinliklere görülmüş şiddetli ve kanlı sırlardan oluşuyordu. Orak ve küreklerle savaşmış erkeklerin torunları, savaşa aş, kürek ve top taşımış kadınların torunlarıydı bu erkekler. Bu erkekler, kocalarını ve oğullarını koruyabilmek için yakınlarından geçen kurşunlara ve patlayan toplara aldırmadan hemşire olmuş kadınların torunlarıydı. Fakat kadınlar herkesi kurtaramadı.


Bu büyükanne ve büyükbabalar yaralı nesil oldular, çocukları da ebeveynlerinin sessizliğini korumayı ve ona hürmet etmeyi öğrendiler. Anne babalarının hikâyelerini unuttular. Sanki savaş hiç gerçekleşmemişçesine, kendi ebeveynleri, kardeşleri, amcaları ve teyzeleri hiç var olmamışçasına. Anılar ölülerle birlikte gömüldü. Ve böylece onların çocukları da, ebeveynlerininki gibi geçmişleri olmadan büyüdüler.


Fakat kadınların hâlâ atalarıyla bir bağları vardı. Büyüyüp de anne olduklarında, doğum sancısını ne zaman hissetseler, tarih bu sancı aracılığıyla tesis ediliyordu. Kızlar hikâyeleri hatırlamasa da, bu sancı onları ailelerinin isimsiz kahramanlarıyla bir araya getiriyordu. Ancak yine de geleneklerinin izinden giderek oğullarını acıya karşı koruyorlardı.


Oğullar büyüyüp de kendi gözyaşlarından sakınılan erkekler olduklarında, kendilerini kaybolmuş, zayıf, donmuş hissettiler. Atalarının acıları unutulduğunda güçleri onlardan alınmıştı. İşte böylece erkekler şehre gitmeye dahi korkarak köylerinde kaldılar. Korkuları içlerinde büyüdü. Çalışmayı hayal dahi edemediler. Nasıl etsinlerdi? Atalarının yalnızca acısından değil, cesaretinden de koparılmışlardı. Böylece günlerini kendilerini güvende hissettikleri tek yer olan küçük köylerindeki kahvehanelerde geçirmeye başladılar. Korkuları onları bütün gün sandalyelerine mıhladıkça büyüdü. Ve daha fazla unuttular.


Analarının sağlamlığını, doğum yaptıkları günün ertesinde nasıl işlerine, ailelerine bakmaya geri döndüklerini unuttular. Kadınların buğdayı nasıl leziz ekmeğe dönüştürdüklerini, zor zamanlarda annelerinin ve eşlerinin nasıl çocukları ve kocaları daha fazla yiyebilsinler diye öğle yemeklerini atladıklarını unuttular. Kadınların nasıl birleşip köyün yetimlerine birlikte baktıklarını unuttular.



Aylin’in oğulları taşındığında, köydeki erkekler korktular. Dul kadının Leyla’yı evlendirmek yerine ortaokula göndereceğini duyduklarında, dehşete düştüler. Bilge kadının yeni bir evliliği reddettiğini duyduklarında tehdit altında hissettiler. Genç bir kızın olduğu erkeksiz bir ev fikri onları uykusuz bıraktı. “Dul kadın kızına sahip çıkamazsa ne olacak?” “Kızı kötü yola düşerse ne olacak?” “Komşu köylerdeki erkekler erkeksiz bir evdeki dulun kızının güzelliğini duyarlarsa ne olacak?”


Köyün erkekleri korkudan yatak döşek oldu.

Erkeklerin çalışkan bilge kadın Aylin’e sunacak ne cesareti ne de gayreti vardı. Bu yüzden geleneklerinin arkasına saklandılar ve kendi aralarında kızın okula gitmek yerine evlenmesi gerektiğine karar verdiler. Erkekler rahatlığı ve aşinalığı arzuluyorlardı. Tekrar huzur içinde kahvehaneye geri dönmeyi istiyorlardı, bu yüzden köyün en yaşlı üç erkeğine Aylin’in erkek kardeşleriyle konuşma görevini verdiler.


Üç yaşlı adam erkek kardeşlerin köylerine vardıklarında kahvehanenin yolunu tuttular. Erkek kardeşleri, ablalarının köyünde artan gerilimin farkındaydılar, bu yüzden üç yaşlı adamın ziyareti onları şaşırtmadı. Yine de korktular ancak ne yeğenleri ne de kız kardeşleri için, yalnızca diğer erkeklerin önünde zayıf düşmekten korkuyorlardı. Kalpleri utançla dolmuştu bir kere, kız kardeşlerini ve güzel, neşeli yeğenleri Leyla’yı ne kadar çok sevdiklerini unuttular.


Üç yaşlı adam bakışları yerde kahvehaneye girdiler. Korkunç haberler getirmişlerdi ve kardeşlerin durumu anladıklarından emin olmak istiyorlardı. Üç yaşlı adam gözleri hâlâ yere çevrili şekilde onlarla aynı masaya oturduklarında erkek kardeşler onlardan bir adım önde olmaktan dolayı çok rahatladılar. Kardeşlerin en büyüğü Mehmet çay söyledi ve ziyaretlerinin nedenini bildiklerini ve çok yakında meseleyi halledeceklerini söyledi. Rahatlamalarıyla birlikte yaşlı adamların duruşları değişti. Köye iyi haber götürebilecekleri düşüncesiyle hafiflemişlerdi. Zafer anını görür gibiydiler.

Erkek kardeşler yaptıkları tasarının ayrıntılarını paylaşmadılar ve adamlara da hiçkimseye, özellikle de karılarına bir şey söylememelerini tembih ettiler. “Kadın dediğin konuşur, traktörün tohum atışından daha hızlı havadis yayarlar.”


O gece Aylin uyuyamadı. Kötü bir şeyin yaklaştığını hissediyor, fakat adını koyamıyordu. Kalbi göğsünde ağırlık yapıyordu. Güneş doğmadan önce ekmek yapmak için dışarıdaki fırını yaktığında dahi temiz sabah havası ona ferahlık vermedi. Leyla’yı uyandırıp onun parlak siyah saçlarını okşadığında, kızı annesine Aylin’in kalbini eriten kocaman bir gülümsemeyle karşılık verdi. Kızını yanaklarından öptü ve usul usul saçlarını taradı.


Okul yolunda kahvehanenin yanından geçerken, kalbindeki ağrı arttı; o kadar ağırlaştı ki onu hareket edemez hâle getirdi. Kahvehanedeki erkekler dul kadınla onun güzel kızını gördüklerinde bakışlarını çevirdiler. Leyla uydurduğu hikâyelerinden bir diğerini ona anlatmakta olduğundan Aylin sessizliklerini fark etmedi. Onun yerine kızının güzel gözlerindeki kahkahayı görüyordu.

Aylin kızını okula göndermeden önce ona sarıldığında, onu kollarıyla sarmalayıp kaçma güdüsüne karşı koymak zorunda kaldı. Kaçmak. Her şeyi geride bırakmak. Kendi hislerini anlamıyordu. Ellerinin neden soğuk olduğunu ve titrediğini merak ediyordu.


Gün ortasında Aylin yemek yapmak ve Leyla’yı beklemek üzere eve gitti. Fakat nefes alamıyor, oturamıyor, acı dışında başka hiçbir şey hissedemiyordu. Bu yüzden evi temizledi; bu ona her zaman huzur vermişti. Dondurucu soğuğa karşın tüm camları ve kapıları açtı, fakat amonyak kokusu dahi ruhunu canlandıramamıştı. Ev küçüldükçe küçüldü, sanki içeride tıkılı kalmış gibi hissettirdi onu. Artık eve sığamaz hâle gelince, okula, Leylasına koştu.


Öğretmeni Leyla’nın ilk ders sonrası amcaları tarafından alındığını söylediğinde Aylin olduğu yere yığıldı. Öğretmen Aylin’e su verdi, onu sakinleştirmeye çalıştı ve çok vakit geçmeden Aylin ayağa kalktı. Kalbindeki çaresizlik ve acının yerini öfke almıştı. Kardeşlerine karşı bir öfke, ama daha çok kendisine yönelmiş bir öfke… Nasıl olur da Leyla’yı yalnız bırakır, sezgilerine kulak asmazdı?

O gece, kardeşleri Aylin’in evine geldiklerinde onu kanla kırmızılaşmış karın ortasında oltaya takılmış bir balık gibi çırpınırken buldu. Ablalarında daha önce hiçbir kadında görmedikleri bir hiddet vardı. O buzlara tekrar ve tekrar vururken ağızları açık şekilde onu izlediler.


Ablalarındaki siniri görünce erkekler Aylin’den korktular. En büyük kardeş olan Mustafa açıklamaya çalıştı: “Herkesin ağzında Leyla vardı. Kızını kurtarmak dışında başka bir seçeneğimiz kalmamıştı. Bu yüzden gerekeni yaptık.” Kelimeler Mustafa’nın ağzından çıkarken sanki buhar gibi havaya karışıyordu.


Anlamsızlaşıyorlardı.


Aylin öfkeyle bağırdı. Nasıl olur da kızını alırlardı? Ne hakla anayla kızın arasına girecek güçleri olduğuna inanmışlardı? Nasıl böyle kalpsiz olabiliyorlardı? Öz kardeşleri nasıl ona ihanet ederdi? Bugün neden tüm sezgilerine karşın kızını yalnız bırakmıştı? Öfkesi köyden aşıp büyüdü; kızının ismini haykırabilseydi bütün evleri yıkabilirdi. Fakat yapamadı, ismi söylemeye cesaret edemedi. Bu yüzden de buza vurdukça vurdu ve her vuruşta derisini söküp attı.


Aylin’in dünyası yıkılmıştı. Erkekler omuzlarına dokundu, ama onları hissetmedi. Böylece Aylin’i kollarından tuttular ve onu eve sürüklediler. Kapıyı arkalarından kapadıklarında amonyak kokusu boğazlarını yaktı. Çaresizce sesini duyurmaya çalışan Veli onun suratına biraz su çarptı, o sırada Mehmet, Aylin’in ıslak şalvarı ve yeleği altında titreyen bedenini ısıtmak için sobaya odun atıyordu.

Aylin kendine geldiğinde gözleri donmuş bir duman gibi berraktı ve erkekler kendilerini çıplak hissettiler. Aylin’in ruhlarındaki tüm günahları ve zayıflıkları gördüğünden emindiler. Sırtlarından aşağı soğuk bir ürpertinin geçtiğini hissettiler.


Büyük ağabeyinin güçsüzlüğünden etkilenmeyen Veli, onun adına konuştu: “O artık çocuğu olmayan bir aileyle birlikte şehirde. Artık onlarla yaşayacak. Zenginler; büyük bir evleri var. Kendi çocuklarıymış gibi onunla ilgileneceklerine söz verdiler. Sana isimlerini söyleyemem, nerede yaşadıklarını da. Şerefimiz üstüne yemin ettik. Fakat yakında kızını görebileceksin, söz verdiler.”

Aylin, annelerine onları görebilecekleri sözü verilerek zengin ailelere verilen kızlara ve bu ailelerin nasıl ertesi gün ortadan kaybolduğuna dair hikâyeleri duymuştu. Kayıp çocuklarına özlem duyan annelerin acılı türkülerini hatırladı. Kanı çekilir gibi oldu. Duygudan yoksun, mezardan yükselen bir sesle ağzını ilk defa ağzını açtı: “Leylamın nerede olduğunu bana söyleyin. Hemen şimdi.”

Adamların kanı doldu. Kendilerini sıkışmış hissettiler. Onurlarını kaybetmekten korktular ama aynı zamanda ablalarının sevgisini kaybetmekten de korktular. Babalarından hiç şefkat görmemişlerdi ve anneleri onlar küçükken ölmüştü. Onların çocukluk yaralarını iyileştiren Aylin’di. Uyku tutmadığı zamanlar odadaki gölgeleri def eden kişi ablalarıydı.


Fakat hiçkimse saçlarını bir anne gibi okşayamamıştı. Bir annenin şefkatli ellerini arıyorlardı uzun süredir. Acıları o kadar büyüdü ki, çocukluklarını sildi. Böylece unuttular. Onları bir anne gibi yetiştirmiş olan fedakâr ablalarını nasıl sevdiklerini unuttular. Ve ne zaman ki Aylin onlara kızının nerede olduğunu söylemeleri için yalvardı, öfkelendiler. Aylin’in çaresiz yardım çığlığı odayı doldurduğunda, kalpleri ağrıdı ve erkekler kalplerini hissetmekten nefret ettiler.

Böylece öfkeleri derinleşti.


Ve Aylin, o gece Leyla’yı bulmaması durumunda onu sonsuza dek kaybedeceği gerçeğini idrak ettikçe, onun da hiddeti büyüdü.


“Size annelik ettim. Yemeklerinizi pişirdim, bebekken besledim; temizledim, kıyafetlerinizi diktim. Yiyecek yetmediğinde, kendi ekmeğimi verdim. Ne zaman kalbiniz taş oldu? Beni Leyla’ya götürün ya da ben şehre gideceğim ve her sokakta onun ismini bağıracağım.”


Aylin sözünü bitirdiğinde nefessiz kalmıştı. Gözündeki gözyaşlarının yerini alevler almıştı. Adamların önünde büyüdü, büyüdü; evi hiddetiyle doldurdu. Onların suratlarını tek tek inceledi, fakat adamlar onun gözlerine bakmaya cesaret edemediler. Yaralı kaplanla aynı kafeste kilitli kaldıklarını anlamışlardı. Cesaret toplamak için birbirlerine baktılar. Bakışlarıyla, onun evden çıkmasını engelleyeceklerine dair sessiz bir anlaşma yaptılar; şehre varmasının sorun çıkaracağını biliyorlardı.

Aylin kapıya yöneldi. Veli çıkışı kapadı; bu Aylin’i şaşırttı ama durmadı. Kaçmalıydı ve içinden şunu tekrarlayıp duruyordu: “Muhtardan traktörü alacağım, şehirdeki polise gideceğim ve durumu açıklayacağım. Onlar da bir baba, bir oğul; bana yardım edeceklerdir.”


Aylin kapıya davrandı, Veli onu kenara itmeye çalıştı, fakat Aylin’in bacakları çevikti; Veli’nin elleri havaya isabet etti ve sendeledi. Aylin kapıyı açtı ve tek bir yardım çığlığı atmayı başardı; kadınların erkeklere rağmen yardım etme isteğini kalplerinde hissedeceğini biliyordu. Veli onu içeri itti. Düşmedi ve kapıyı tekrar açabildi. Bileklerinden kavranmış ve hareket edemez durumda buldu kendini. Öfkeden çıldırmış ve bir kadın tarafından kenara itilmiş olmaktan utanç duyan Veli bütün gücüyle ablasını itti. İkisi birden koltuğa takıldılar. Mehmet’le Mustafa da dahil oldu. Yumruklar havada konuştu, fakat Aylin bir kere bile vazgeçmedi. Tek gördüğü kızı Leyla, onun korkmuş gözleri, kırık kalbi ve terk edilmişlik duygusuydu. Aylin ne zaman mücadeleden yorgun düşse, korkudan titreyen Leyla’yı düşünüyordu. “Dışarı çıkamazsın! Vazgeç be kadın! Onu sonra göreceksin! Bu onun hayrına!” Fakat Aylin vazgeçmiyordu. Bir kez dahi olsun.


O gece o evde zaman durdu.


Güneş doğduğunda, kardeşler bitap düşmüştü; fakat yalnızca bedenleri değil, ruhları da yorulmuştu. Aylin o gece ruhunun yarısını kaybetti. Erkek kardeşler de zafer coşkusunu kaybettiler ve hayatta daha da kaybetmiş hissettiler. O gece sahip oldukları tek anne figürünü kırmışlardı ve Aylin bir daha hiçbir zaman kalbini onlara açmayacaktı

Aylin kalbini yalnızca kardeşlerine değil, herkese kapadı. Köyün kadınları ve kızları gözlerinde yaşlarla onu ziyaret etmeye devam ettiler. Onun acısını hissettiler; bir çocuğu kaybetmenin ne derece acı verici olduğunu hepsi biliyorlardı. Belki hikâyeler unutulmuştu, fakat her kadın atalarının acısıyla kurulan bağla dünyaya geliyordu.


Fakat Aylin’in kulakları Leyla’nın son sözleri hariç hiçbir şeyi duymuyordu. “Ana, seni o kadar seviyorum ki.” Aylin bu sıcaklığı nasıl unutabilirdi? Eski hayatına nasıl dönebilirdi? Kızının insanlara, yaşama olan inancı sarsılmıştı. Onun güzel, sıcak kalbi kırılmış ve terk edilmişti. Onun küçük, hassas Leyla’sı.


Kadınlar onu hareket ettirmeye çalıştılar, ama nasıl etsindi ki? Bir santim hareket etse bile, toz olup havaya karışacaktı. O gün nihayet geldiğinde Veli kapıyı çaldı, o eve bir daha girme cesareti yoktu. Kadınlar Aylin’i bir bebekmiş gibi yıkadı ve giydirdi.


Erkek kardeş ve ablası toz toprak içinde geçen uzun minibüs yolculuğu boyunca sessizlik içinde oturdu. Leyla’nın artık yaşadığı altı katlı binanın önüne geldiklerinde Aylin kendini küçük hissetti. Daireye girdiklerinde, Aylin o temiz lavanta kokusunu aldı ve kendi evinin amonyak kokusunu düşünerek daha da küçük hissetti kendini. Evin erkeği onları karşıladı ve ayakkabılarını bırakacakları yeri gösterdi. Aylin erkek ayakkabısı boyutundaki çarıklarını deri topuklu pahalı ayakkabıların oluşturduğu o düzenli sıranın yanında çıkarırken kendini ucuz hissetti.

Kadife tekli koltuğa oturduğunda ellerini nereye koyacağını bilemedi. Dilini yutmuş gibi oturdu. Adam, ince kristal bardaklara çay koyarken “Maral ve eşimin halletmeleri gereken bazı işler vardı. Birazdan gelirler.” dedi. Maral kimdi? Aylin’in elleri titrerken Veli’yle adam sohbete devam ettiler.


Kapı açıldı.


Leyla’nın havalı bir saç kesimi vardı; bir mağazadan alınmış yeni giysiler ve güzel saçlarıyla uyumlu siyah parlak ayakkabılar giymişti. Aylin kızında aşina olduğu bir şeyler aradı, ama bulamadı.

Aylin kızına koşmak istedi, onu bu büyük binadan çıkarmak ve eve götürmek. Ama hareket edemedi. Leyla annesine koşmak ve onun yumuşak yanaklarını öpmek istedi. Fakat kalbi öyle kırılmıştı ki, onu durduğu yere mıhladı. Kız bir daha kalbini açıp terk edilmeyi göze alamazdı. En çok sevdiği kadına artık güvenemiyordu. Tekrar canının yanmasındansa özlemini bastırmayı tercih etti.

Böylece Leyla unuttu. Geçmişini sildi. Kendi ismini sildi. İçinde büyüdüğü sıcak evi; babasını, kardeşlerini, annesini ve onunla ilgili her şeyi unuttu. Alışveriş torbaların yerden aldı ve yavaşça odasına yürüdü; o gün annesini ve adını oturma odasında bıraktı.

Aylin kendi küçük, amonyak kokulu evine döndü; ruhunu ve bilgeliğini o oturma odasında bıraktı. Evine girdiğinde her köşede Leyla’nın hayaletiyle yüzleşmeye dayanamadı; bu yüzden uzak bir köydeki bir adamla evlendi. Bir daha hiç gülmedi; yalnızca bir şarkıyı söyledi ve asla, asla unutmadı.


Leyla, benim Leylam.

Seni benden aldılar,

Yüreğimi benden aldılar,

Leylam.

Benim güzel Leylam.

141 views

Recent Posts

See All
  • Twitter
  • Instagram
bottom of page